Blog Arşivleri

Yağmurdan kaçarken…

Stuart McMillen’in çizimleriyle George Orwell’ın ve Aldous Huxley’in distopyaları arasındaki farklar. Huxley’in “cesur” ve “yeni” dünyasıyla bizimki arasındaki benzerlikler hakikaten ürkütücü.

Muhbir: Begüm

Kaynak: Recombinantrecords.net

Add to FacebookAdd to DiggAdd to Del.icio.usAdd to StumbleuponAdd to RedditAdd to BlinklistAdd to TwitterAdd to TechnoratiAdd to FurlAdd to Newsvine

Twitter’la arkadaş kaybetme yolları

twitter_logoRoman nedir? Öykü nedir? Şiir kitabı? Aforizma? Anı? Twitter tüm bunlar arasında nereye oturur? Tüm bunları ciddi ciddi soruyorum. Çünkü dünya üzerinde yazdığı romanı yayınlatamayınca Twitter’da 140 karakterlik parçalar halinde yayınlamaya kalkanlar var (NTVMSNBC).

Valla ben olsam Twitter’la yetinmez, ucuz SMS gönderebileceğim bir tarifeye geçtikten sonra tanıdıklara art arda mesaj atardım. Facebook’ta note‘lar halinde yayınlardım. Bir virüs geliştirir, pdf dosyası haline getirdiğim romanımı zorla dünya üstündeki bütün bilgisayarlara kopyalardım. Maksat milleti benimle arkadaş olduğuna pişman etmek. Yani en azından bu Twitter girişiminde bulunan Matt Stewart’ın amacının o olduğunu sanıyorum. Aklıma başka mantıklı bir açıklama gelmiyor çünkü.

Geçmiş yüzyıllarda aynı duruma düşen yazarlar yok muydu? Mutlaka vardı. Victor Hugo ilk şiirlerini 20 yaşındayken toplatıp yayınlatmıştı. Ama ya yayınlatamasaydı? O zaman belki de Matt Stewart mantığıyla hareket ederek şiirlerini küçük kağıtlara yazıp çevreden geçenlerin kafasına atacaktı.

Aynı durum geçmiş çağlarda daha da vahim sonuçlara yol açabilirdi. Mesela Sokrates aynı girişimde bulunsa milletin kafasına mermer tabletler atmaya kalkabilirdi -ki zamanından erken idam edilirdi.

Her yüzyılın kendi güzelliği var. Bizim yüzyılınki de böyle saçmalıkların kısa sürede atmosfere karışması.

Add to FacebookAdd to DiggAdd to Del.icio.usAdd to StumbleuponAdd to RedditAdd to BlinklistAdd to TwitterAdd to TechnoratiAdd to FurlAdd to Newsvine

Gülliver’in müzeleri

miniaturk

Viktor Pelevin’in Generation “П” romanının (diğer adı Homo Zapiens) en etkileyici sahnelerinden biri: baş karakter Tatarsky bir resim sergisi gezmektedir. Koleksiyon tarihe geçmiş muhteşem eserlerden oluşmaktadır -ama sadece satın alınma belgeleriyle. Tüm sergi, bir depoda saklanan tabloların satın alındığına dair sertifikalardan oluşmaktadır ve sergiyi gezenler için bu belgeler tabloların kendisinden çok daha etkileyicidir.

Serbest Alan’daki bir yazı sayesinde haberdar olduğum Sanal Anıtkabir Müzesi (tıpkı İzmit’teki Elektronik Şehir Müzesi gibi) bana direk bu sahneyi hatırlattı. Anıtkabir Müzesi’ndeki varlıkları görmeye ne gerek var? Nasıl olsa İnternet’ten bakıp Anıtkabir’de yer aldıklarını görebiliyorsunuz. Ya da İzmit hakkında bilgi sahibi olmak için İzmit’i gezmekle uğraşmanız vakit kaybı, çünkü elektronik müze size aslında hiç gezmediğiniz ve belki de hayatınız boyunca görmeyeceğiniz tarihi binaları maketler halinde gösteriyor.

elektronik-muze

Eski Gar artık yok, ama hâlâ ziyaret edebiliyoruz.

Veya Miniaturk‘ü ele alalım: Anadolu’nun farklı bölgelerinde yer alan ve bir kısmı hiç de iyi durumda olmayan (hatta bir kısmı çoktan yok olmuş) eserlerin maketlerinden oluşan bir park. Miniaturk’ü kuran ve maketleri inşa eden insanların mükemmelleştirdiği maketler, gerçekte olmayan bir bütünlük hissi uyandırıyor.

Maketlerden veya sanal ortamdaki fotoğraflardan oluşan müzeler… Modernitenin kutsallaştırdığı koleksiyon ve müzecilik alışkanlığının bizim yüzyıla özgü daha güzel bir karikatürü olamazdı herhalde. Hiçbir yeri gezmeden her yeri gezmiş olmak, hiçbir şey görmeden görmüş gibi yapmak…

Çevremiz bilgiyi yarım yamalak edinip fikir sahibi olma araçlarıyla dolu. Ve bunlar bilgi kaynakları olarak o kadar ciddiye alınıyor ki, sonuçta elde edilen fikirler de genelde karikatürize hale geliyor.

Nasıl etkili olunur?

guy-out-of-tv

Haber-magazin dergisi Hello!‘nun yaptığı uluslararası araştırma sonucunda, dünyanın en etkili 100 isminden 8’inin Türk olduğu ilan edildi: Nuri Bilge Ceylan (22.), Orhan Pamuk (23.), Arzuhan Doğan Yalçındağ (24.), Oya Eczacıbaşı (25.), Özlem Önal (27.), Mehmet Okur (30.), Kıvanç Tatlıtuğ (31.) ve Hadise (32.). (NTVMSNBC)

Gördüğünüz gibi Türkiye’nin en etkili 8 ismi arasında yönetmen, yazar, iş kadınları, sporcu, oyuncu, şarkıcı… Çeşit bol.

obama-televizyondaDünyanın en etkili 10 ismine baktığımızda tablo enteresan:

1. Barack Obama

2. Angelina Jolie

3. Brad Pitt (Angelina kadar olamadın lan)

4. Madonna

5. Prens Harry

6. Michelle Obama (eş durumundan)

7. Kraliçe Rania

8. David Beckham

9. Carla Bruni-Sarkozy

10. Prens William

Bu ilk on arasında gösteri dünyasından olduğu gayet bariz olan 4 isim var. 21. yüzyılda sporun bir gösteri olduğunu şimdi burada ayrıntısıyla açıklamaya gerek yok, ama bu konuda aklımda hiçbir soru işareti olmadığından, bu sayıyı David Beckham’la beraber 5’e çıkarabiliriz.

Yani ilk bakışta bile dünyanın en etkili 10 insanından 5’inin temel işlevi şarkı söylemek, filmlerde oynamak veya frikik atmak.

Geri kalan beş kişi, ilk bakışta siyaset dünyasından gibi duruyor: Barack ve Michelle Obama, Kraliçe Rania, Prens Harry ve Prens William.

Daha dikkatli bakın: Bu beş kişiden kaçı politikacı, kaçı magazin haberleri sayesinde ünlü? Obama çiftinin durumu biraz tartışmalı olabilir, ama Kraliçe Rania’nın ve iki prensin etkili olma sebebi tamamen magazin kaynaklı.

Etti sekiz… Dünyanın en etkili 10 insanından 8’i insanlar üzerindeki bütün etkilerini televizyona, sinemaya ve İnternet’e borçlular. (Barack ve Michelle Obama’nın ekran sayesinde etkili olduklarını iddia edebilirim, ama bu kadar bariz 8’e 2’lik bir üstünlüğü tartışılabilecek bir iddiayla zayıflatmak istemiyorum).

Özellikle Angelina Jolie ve Kraliçe Rania gibi figürlerin hayır işleriyle uğraştıkları biliniyor, ama kendileriyle aynı kampanyalarda yer alan diğer insanlardan daha etkili olmalarının tek bir sebebi var: Dünya üzerinde milyonlarca Jolie ve milyonlarca Rania olması. Her biri size en fazla birkaç metre mesafede, iki boyutlu ama gayet ikna edici. Angelina Jolie tek bir Uzakdoğulu bebeği evlat edindiğinde, milyonlarca Angelina Jolie milyonlarca bebeği evlat edinmiş oluyor.

Kraliçe Rania bir eğitim seferberliğine katıldığında, milyonlarca Rania, kat kat fazla sayıdaki çocuğu eğitmeye çaba göstermiş oluyor.

Eski bir süpermodel ve şu anda şarkıcı olan Carla Bruni-Sarkozy sekizinci sıradayken dünyanın en güçlü devletlerinden birinin cumhurbaşkanı olan eşinin ilk ona girememesinden bahsetmiyorum bile… (gerçi bahsetmiş oldum galiba)

İşte ekran kültürünü dibine kadar yaşayan toplumlarla bizim gibi geçiş toplumları arasındaki fark da böyle bir şey olsa gerek. Aynı ankette bizden seçilen en etkili sekiz isimden ikisi iş kadını, biri yazar. Oysa gelişmiş ülkeler hesaba katıldığında bırakın iş dünyasını, edebiyat dünyasından bile kimse ilk 10’a giremiyor.

Başkan ve ailesini birer medya figürü olarak görmek aslında gayet kolay. Ama buna kafa yormasak bile, dünyanın ekranı fazlasıyla ciddiye aldığı çok açık. Böyle bir dünyanın sıradan olaylara saçma sapan tepkiler göstermesinden daha normal ne olabilir?

>> Pitt: “İçine çekildiğiniz başka bir varlık var.” (9 Şubat 2009)

Kayıp zaman

lost

“When it was claimed at the beginning of the twentieth century
that cinema represented a new age for humanity,
people did not realize how true this was.
In cinema, not only does nothing stop but, most important,
nothing necessarily has any direction or sense,
since on the screen physical laws are reversed.
The end can become the beginning,
the past can be transformed into the future.
” *
-Paul Virilio, Information Bomb

Eskilerin tanrılaştırdığı bir çok güç vardı. Gök gürültüsü, ateş, Güneş, hayvanlar, su bunlardan sadece bir kaçı.

21. yüzyılın tanrıları nesneleştiren gücünün son kurbanı da Kronos oldu.

Lost izleyenler, zamanı takip etmeyen, zamanla oynayan bir hikaye nasıl olur çok iyi bilirler. Ama bu yeni bir şey değil. Son zamanlarda izlediğimiz hemen bütün filmler, diziler ve hatta popüler romanlar, doğrusal olmayan anlatımı benimsemiş durumda. Mesela bildiğim kadarıyla hiçbir Stephen King veya Orhan Pamuk romanı, anlattığı olayları en öncesinden en sonuna kadar sırasıyla anlatmaz. Harry Potter serisinde bile bunun örneklerini bulabilirsiniz: Zaman, yazarın şekillendireceği bir malzemedir.

Türk dizilerinde “geçmişi anlatma” kavramı bile zaten yeni yeni başarılabildiğinden doğrusal olmayan hikaye olayına bu piyasada pek girilmiş değil (belki Çemberimde Gül Oya istisnalardan biri olabilir). Ama isterseniz dünyada popüler olan birkaç diziye göz atalım:

howimetyourmotherHow I Met Your Mother‘ın zaten iki basamaklı bir zaman akışı var: birincisi Ted’in çocuklarıyla yaptığı konuşma, ikincisi de anlattığı olaylar. Bir de bunun üzerine, anlatılan olaylar arasında sık sık 90’lara ve eski bölümlere geri dönüşler yaşıyoruz.

CSI, Without a Trace ve Cold Case gibi polisiye diziler zaten başından sonuna kadar geçmiş olaylara kısa dönüşler içeriyor. Hiçbirinin tek bir bölümü bile doğrusal zaman kullanmıyor.

Aynı şekilde Dexter, My Name is Earl ve Pushing Daisies de, bu tip geçmişe dönüşler olmasa hiçbir şekilde senaryolarını yürütemezlerdi.

Tüm bu diziler doğrusal olmayan anlatımın günümüzde ne kadar geçerli olduğunun örnekleri olsa da Lost ve Heroes kadar baskın şekilde bunu özetleyecek dizi azdır.

Heroes‘da zaman yolculuğu Hiro sayesinde ana konulardan biri olduğu için, doğrusal olmayan zaman zaten otomatikman dizinin merkezine oturuyor. O yüzden detaylar en azından bu yazı için oldukça gereksiz.

{Buradan sonrası Lost‘un beşinci sezonuna başlamamış olanlar için spoiler içeriyor}

lost-islandDoğrusal olmayan zamanın Lost bakımından önemi biraz daha farklı, çünkü “zaman” Lost için hem hikaye anlatılırken kullanılan bir malzeme, hem de dizinin kahramanlarından biri. Lost’un ilk bölümünden itibaren dizinin anlatımı tamamen flashback‘lere dayanıyor. Üçüncü sezonun finalinden itibaren işin içine bir de flashforward‘lar giriyor. Zaten üçüncü sezonda buldukları beyin yıkama odasındaki video tersten dinlendiğinde “only fools are enslaved by time and space” denmesi de, zamanın Lost için kabul edilmiş bir akış değil, bir nesne olduğunu gösteriyor.

Dördüncü sezonun beşinci bölümüyle beraber, zamanda ileri geri gitme olayı sadece bir hikaye anlatım yöntemi değil, hikayenin bir parçası haline geliyor. Ve beşinci sezonda zaman yolculuğu artık dizinin temel temalarından biri oluyor.

Lost’la ilgili geliştirilen teorilerin hemen hepsi zaman yolculuğunu merkeze alıyor. Bu, dizinin şimdiye kadarki kısmını izlemiş kimse için sürpriz değil. Çünkü Lost, zamanı nesneleştiren günümüz toplumunda yaşayan biri için gayet anlamlı.

Var olan her şeyi fiziksel kayıtlara dökebilen, sonra da bunları ileri-geri sarıp montajlayabilen bir kültürün zamana bakışı nasıl bundan farklı olabilirdi ki?

>> Retrolara doyamadık (18 Şubat 2009)

*Yirminci yüzyılın başında sinemanın insanlık için yeni bir çağı temsil ettiği iddia edildiğinde insanlar bunun ne kadar doğru olduğunu fark etmediler. Sinemada hiçbir şey durmadığı gibi, daha önemlisi, hiçbir şeyin bir doğrultusu veya anlamı yoktur, çünkü ekranda fizik yasaları tersine çevrilir. Son, başlangıca dönüşebilir, geçmiş gelecek haline getirilebilir.”