Blog Arşivleri

Ölümsüzlüğün yolu

Madonna beni hep biraz ürkütmüş ve rahatsız etmiştir. Bunda, lisede arkadaşlarla okuldan kaçıp gittiğimiz filmin Evita olması ve filmin sonuna kadar ciddi ciddi uyumamızın da etkisi olabilir. Ama asıl sebep çok farklı.

Başrolünü Madonna Louise Ciccone’nin oynadığı Madonna imajının popüler kültüre damgasını vurması 80’lere dayanıyor. Şimdi 2010’ların kıyısındayız. Madonna hâlâ gündeme oturacak şekilde kendini yenileme yeteneğine sahip (imajını değil, kendini yeniliyor. Çünkü Madonna imaj zaten).

İmaj dediğimiz şey canlı olmadığından, yaşlanma gibi bir özelliğe de sahip değildir. Madonna Louise Ciccone tabii ki yaşlanıyor, ama kendisini sürekli yeni bir Madonna yaratmak için kullanarak, medyanın ilgisini canlı tutmayı başarıyor. Ve Madonna’nın yaşlanmadığını da çeşitli şekillerde kanıtlamanın yollarını buluyor.

madonna13

Mesela 13 yaşındaki kızıyla aynı kıyafetleri giymekten çekinmiyor (NTVMSNBC). Niye çekinsin? Madonna kaç yaşında ki zaten? Tamam, M. L. Ciccone 1958 doğumlu olabilir. Ama kimse sağdaki Madonna’nın 1958 doğumlu olduğunu iddia edemez. Genç göründüğü için değil, asla doğmadığı ve asla ölmeyeceği için. 

Bayan Ciccone kızının kıyafetlerini giyip o kapıdan çıktığında, yeni bir Madonna doğuyor. Onu kaydeden kameralar sayesinde bu yeni Madonna sonsuz döngüye ekleniyor, ve kendisinden önceki ve sonraki Madonna’larla beraber asla yok olmamak ve sonsuza kadar modifiye edilmek üzere bizimle buluşuyor. 

Bunun Louise Ciccone’yle bir ilgisi var mı? Belki biraz. Ama imaj, onu canlandıran kişiden o kadar bağımsız ki Bayan Ciccone öldüğünde bunun Madonna’ya pek bir etkisi olmayacak. Hatta muhtemelen Elvis’te olduğu gibi, gerçekte ölmediğin iddia eden bir çok insan çıkacak.

İmajdan bahsediyorsak, gayet de haklılar aslında.

İnsan marka olabilir mi?

pitt_jolie

Olamaz.

(Tabii ki yazıyı burada bırakacak değilim. Çene gayet düşük.)

Diyeceksiniz ki, “bir çok markadan daha ünlü starlar var. Kendi adına parfüm çıkaran sayısız isim var. Bütün bunlar ortadayken nasıl olur da ‘insan marka olamaz diyebilirsin?

Bunun açıklaması çok kolay: sizin markalaştığını gözlemlediğiniz kimliklerin hiçbiri insan kimliği değil. Bu “kişi”ler, ekranda profesyonel olarak yer aldıkları andan itibaren zaten belirli bir üretim sürecinden geçiyorlar. Zaten tam da bu yüzden önemli bir kısmı orijinal isimlerini kullanmıyorlar. Bu durum benim anlatmak istediğimi daha iyi ifade etmemi sağlayacak. Şöyle ki:

Dünya üzerinde yaşayan, nefes alan, yemek yiyen, burnunu karıştıran William Bradley Pitt diye biri var. Bu adam Brad Pitt markası gereği olarak ne zaman menajerinin belirlediği bir yerde kendini gösterecek olsa, Brad Pitt imajının gerektirdiği şekilde giyiniyor, makyajı yapılıyor, saçı kesiliyor, çoğu zaman reklamında yer aldığı bir ürünü, mesela bir kol saatini takıyor ve kameralar sayesinde ortaya çıkan bu sonuç milyonlarca kişiye Brad Pitt adı altında sunuluyor.

O dakikadan sonra nasıl Brad Pitt‘in marka olmadığı iddia edilemezse, aynı şekilde William Bradley Pitt denen adamın marka olduğu da iddia edilemez. Çünkü Brad Pitt ile William Bradley Pitt farklı varlıklardır. Aynı türün birer üyesi bile değildirler. William kardeşimiz Homo sapiens’tir, ama Brad Pitt için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Çünkü dünya üzerinde iki boyutlu Homo sapiens yoktur.

Bu söylediklerim sadece eğlence sektörüyle sınırlı değil. Siyasetçiler için de aynı şey geçerli. Kemal Unakıtan’ın ultra-girişimci oğlu bugün One Minute‘un isim haklarını aldığını açıkladı (HaberTürk). Şimdi Tayyip Erdoğan marka mı olmuş oldu? Tabii ki hayır. Ama Tayyip Erdoğan’ın da üretiminde rol aldığı Davos zirvesindeki o imaj markalaştı. Aslında çoktan markalaşmıştı, bu şekilde tescil edilmiş oldu o kadar.

Bu arada One Minute da fena isim değilmiş. Çok güzel fast food zinciri olur. Bakalım oğul Unakıtan nasıl bir üründe kullanacak?

>> Medya çevirmendir (1 Mart 2009)

Modüler müzik

legoartKim Lego‘ların çocukluğumuzda kaldığını iddia edebilir? Sanal kültürün ürünlerini en iyi özetleyen sembol Lego‘dur. Ev eşyalarından içeceklerimize, bilgisayarlarımızdan okuduğumuz haberlere ve romanlara kadar her şey birbirinden ayrılıp yeniden birleştirilebilen parçalardan oluşuyor. Yedek insan böbreği yetiştirilecek tarlalar olarak kullanılan fareler de buna dahil, modüler mutfaklar da.

Bunun mükemmel örnekleri de tabii ki müzikte sürekli karşımıza çıkıyor. Dikkat ettiyseniz tarım toplumuna has müziklerde parçalanabilecek bir çok katmanlılık yoktur. Müzik ya tek seslidir, ya da operalarda olduğu gibi çok sesli olsa da katmanları o kadar karmaşık bir şekilde birbirine geçmiştir ki ayrı ayrı kullanma şansınız yoktur. O kültür içindeki insanlar zaten bu tip bir bakış açısına sahip olmadıklarından, bir konçertonun herhangi bir katmanını alıp başka bir eserde kullanmazlar çünkü o katman o konçertoya aittir.

Bizim toplumumuzda, yani ekran toplumunda artık bütün şarkılar farklı farklı yerlerde kullanılabilecek çok amaçlı katmanlardan ve parçalardan oluşuyor. Bir şarkının herhangi bir parçası veya katmanı alınıp, başka bir şarkının temelinde kullanılabiliyor. Bu iki şarkı tarzları birbirine taban tabana zıt sanatçılar tarafından söylenebiliyor. Aynı tabanı paylaşan bu şarkılar, ne birbirinden ayırt edilebiliyor, ne de tek şarkı olarak kabul edilebiliyor.

Hangi kültür iki şarkıyı birbirinden ayırt etmeyi bile imkansızlaştıran bu kültürden daha fazla belirsizlik dolu olabilir?

Depeche Mode – Personal Jesus

Hilary Duff – Reach Out (and Touch Me)


>> Ekranda yaşamak (20 Şubat 2009)

İmajın beyefendisi olur mu?

hayko_cepkin________vii_by_mehmeturgut

Dünkü Beyaz Show‘un konukları Beyaz’ın yanında hayli enteresan bir görüntü oluşturuyorlardı: Hayko Cepkin, Sagopa Kajmer, Kolera ve Yasemin Mori bir arada. Arada bir karşılaştırma yapmak gerekirse: ilk programlarından bu yana her zaman saçını sakalını bıyığını düzgün tıraş eden, takım elbiseden şaşmayan Beyaz’la, dövmeli kollarını sergileyen kolsuz tişörtlerinden vazgeçemeyen, saçlarının bir kısmı başından yukarı doğru 10-15 cm kadar dikilmiş, bir kısmı da lacivert lacivert omuzlarına dökülen Hayko Cepkin.

Böyle programları aile büyükleriyle birlikte izleyince insan normalde dikkat etmeyeceği şeylere bakıyor. Onlar ses çıkarmasalar bile, programı onların gözüyle izlememek mümkün değil:

Programı sunan çocuk ne efendi,  bak gece hayatı filan da yok. Annesinin sözünden çıkmıyor. Nasıl giyineceğini nasıl oturup-kalkacağını çok iyi biliyor. Bir de yanında oturana bak. Giyinişi bir acayip, saçı bir acayip, dövmeli filan. Adı da garip zaten. Ne idüğü belirsiz…

Biz bile bazen bu ilüzyona tav oluyoruz. Şöyle bir bakınca Beyaz beyefendi sunucu, Hayko Cepkin de isyankâr sanatçı gibi görünüyor. Oysa iki imajın da çok dikkatli şekilde oluşturulmuş birer karikatür olduğu çok belli. Sonu gelmeyen pozitifliği ve düzgünlüğüyle Beyaz belli bir davranış şeklini abartılı noktalara taşırken, Hayko Cepkin de bunu zıt yönde yapıyor. İkisi de aşağı yukarı aynı yöntemi kullanıyor, ikisi de aynı mekanizma üzerinden dikkat çekmeyi başarıyor.

Ama televizyon karşısına kurulunca birine beyefendi, diğerine isyankâr diyoruz. Beyefendi adamın kullandığı yöntemleri isyankâr adam kabullenir mi? İsyankârın benimsediği tanıtım metodlarını beyefendi içine sindirebilir mi? Kim neye isyankâr, kim hangi kültürün beyefendisi?

>> Tuhaf olmasa ekran da olmazdı (22 Şubat 2009)

“Görüntü niyetine buradaydık yani?”

okan_bayulgen_gandalfBenim gibi biri için Okan Bayülgen’i takip etmek her zaman ilginç ve eğlenceli olmuştur. Yıllar önce bir programının sezon finalinde seyircileri gönderip kameralar önünde program ekibini karşısına aldıktan sonra “biz burada neden iyi bir iş yapmıyoruz” temalı bir konuşma yaptığında, burada okuduğunuz çoğu yazının fitilini ateşlemişti. Gerçi ben ondan biraz farklı olarak televizyonun sadece iyiye değil, kötüye de hizmet edemeyeceğini iddia ediyorum ama, sonuçta bunun çekirdeğini başka bir çok şey yanında onun o geceki konuşması da atmış oldu.

İki yıl önce Hülya Avşar’la polemiğe girip “bir insan marka haline gelemez” diyen de Okan Bayülgen’di. Hem haklı hem haksızdı. Çünkü marka haline gelenler, kendisi de dahil, insan gibi görünüyorlar. Ama birer imajdan ibaretler.

Birkaç gün önce de Sade Vatandaş programında Sema Öztürk’le Prof. Halim Hattat’ı bir arada konuk etti. Program boyunca Sema Öztürk’e hemen hemen hiç söz vermedikten sonra, programın sonlarında “sen de ben de aslında Sayın Profesör bu bilgileri aktarsın diye burada bulunduk” diye durumu açıklamaya girişti. Öztürk bundan hayli alındı. “Görüntü niyetine buradaydık yani?” diye şaşkınlığını dile getirdi.

Bu açıklamasında Okan Bey haksız mı? Tabii ki değil, çünkü oraya kimin ne amaçla çağırıldığını en iyi kendisi bilir. Ne de olsa o insanları oraya getiren kişi o. Sema Öztürk’ü oraya görüntü olsun diye çağırdıysa -ki Prof. Hattat’ı dinlerken Sema Öztürk’ü izlemek hiç de fena fikir değil- bunu söylese de söylemese de durum budur.

Ama burada gözden kaçan bir şey olsa gerek: Tamam, Okan Bayülgen ciddi konuları süslemek için kullandığı güzel kadınları oraya daha yüksek bir ideale hizmet etmek için getiriyor olabilir. Amaç seyircinin dikkatini nitelikli konuşmalara çekmek olabilir. Peki bu şekilde iletilen mesajın/bilginin seyirci tarafından ciddiye alınması mümkün mü?

Seyircinin gözünde Prof. Hattat’ın oradaki diğer insanlardan bir farkı var mı? Sıradan bir gazetenin arka sayfa güzelinin hemen yanında yer alan “bilim” haberleri ne kadar ciddiye alınıyor ki kamera karşısında Sema Öztürk’ün yanında brifing verilen Profesör değişiklik yaratabilsin?

Kısacası Sema Öztürk’ün sorusuna verilecek cevap gayet açık: “Tabii ki görüntü niyetine oradaydınız efendim. Siz, Okan Bey ve Profesör Hattat. Üçünüz de görüntü niyetine oradaydınız. Seyircinin ciddi bir şeyler seyrediyormuş gibi hissetmesine yardımcı oldunuz. Sağolun.